Friday, February 26, 2010

Monday, February 22, 2010

Radikal Cumartesi-20/02/2010

Huysuz ve tatlı ozan...

    Huysuz ve tatlı ozan...

    20/02/2010

    Erkeklik tarihinin en acayip adamlarından biri, doğal hali film gibi olan bir insan... Joann Sfar'ın Avrupa'da vizyona giren 'Gainsbourg' (Vie Heroique) adlı filmi, Serge Gainsbourg efsanesini ne kadar yansıtıyor? Gediklerini biz doldurduk...

    EMEL KURHAN (Arşivi)

    Yakışıklı dişçi Herve Dandieu, karısı Virginie’yle kavga eder ve ondan kısa bir süre için ayrılır. Bir gece bir barda seksi dans hocası Anita Flores ile tanışır. ‘Son bir drink’ içmeye davet eder onu Anita, sonra baştan çıkarır. Kanepede biraz öpüştükten sonra Herve ayılır ama Anita’nın ortağı gizlice birkaç fotoğraf çekecek vakit bulmuştur. Ve sonrasında şantaj başlar!
    Belayı hissetmiş olan Virginie, kocasını dans okuluna kadar takip eder, Anita ölü bulunmuştur! Bir numaralı şüpheli ise Herve’dir. Kocası Herve’yi bu cinayetten temiz çıkarmak için okula yeni dans hocası olarak işe girer, böylece kendi soruşturmasını başlatır.
    1959 yapımı Fransız-İtalyan ‘Voulez vous danser avec moi’ filmi, Serge ile ilk tanışmamdır. Bardaki piyanist rolündeydi, Brigitte Bardot ise Virginie Dandieu...
    O zamanlar Suudi Arabistan’ın sıcak günlerinde babam bol bol film izletirdi, bizim için bu büyük eğlenceydi. Onu sevgiyle anıyorum. Bu yüzden o zamanlar 60’lar usulü kabarık basma etekler giymeyi severdim, her yerinde print’ler olurdu, altına Bardot usülü babetler giyip dans etmeye bayılırdım.
    O filmde tanıştıklarında Brigitte Bardot, Serge’den biraz ürkmüş. Filmde hep karanlık bir tarafı vardı, fazla konuşmaz bol bol sigara içerdi. Ben de korkmuştum. Aklımda o filmdeki hali kaldı.
    Pazar sabahı, hafif yağmur çiseliyor. Fon müziği ‘La Javanaise’, birden Marilyn Monroe’ya geçti; ‘Do It Again’i fısıldıyor. Harika bir pazar Serge yazısı yazmak için. Kahramanım bir müzik dehâsı... Üstüme kabarık eteklerimden birini giydim, soğuk olsa da onu anmak istedim.
    Erkek Moda Haftası için gittiğim Paris’te sinemaya ayıracak vaktim de oldu. Joann Sfar’ın ‘Gainsbourg’ (Vie Heroique) filmine... Yaz, Christopher ve Minako ile Odeon’da buluştuk; Cafe Viennois’da. Strudel’lar harika ama sadece bir kahveye vakit var. Christopher’in elinde kocaman Lee Radziwill biyografisi. Nasıl diye soruyorum, “Tam bir cadı!” diye cevap veriyor.
    Sinemaya gitme vakti. Yerleşiyoruz, Christopher çantasından menekşe şekerleri çıkarıyor,Yaz ise tarçınlı... Tarçınla başlıyorum, film de başlıyor bu arada. Heyecanlıyım çünkü Serge’i severim... Tüm skandallara rağmen.
    Yarı film, yarı masal, animasyon ve fantastik karakterler olan, beklentimin uzağında, bir nevi kötü sürpriz oldu. Çok zor böyle bir konuyu işlemek. Filmde hikâyesi kronolojik olarak kısa kısa anlatılıyor, yüzeysel bir şekilde. Aktörleri de pek beğenemedim, eski avam Fransız filmlerindeki kötü oyunculuğu stlize ediyorlar. En kötüsü ise kostüm ve dekorlar... Ucuz Agatha bilezikler ve Ikea yastıkları hemen teşhis ettim!
    Bu yüzden filmi unutalım, ama konum Serge. İşte onun hikâyesi...

    Boris Vian’ın keşfi
    Lucien Ginsburg adında bir çocuk, 1928 senesinde, kırık kalpler diyarında, Paris’te doğar. 1991’de geçirdiği beşinci kalp krizinden ölür. Rus, Musevi, göçmen bir ailenin çocuğu; babası Joseph piyanist, annesi Olga mezzo soprano. Rusya’da tanışıp evlenirler ama politik sebeplerden dolayı anayurtlarından kaçarlar. Önce İstanbul, sonra Marsilya, en sonunda Paris’in 20. bölgesi...
    Ressam olmayı hayal eden Lucien, çocukluktan itibaren babasının zoruyla piyano çalar. Savaş yılları zor geçmiştir. Musevi olduğu için sarı yıldızı takmak zorundadır, kendi deyimiyle şerif yıldızını. Bazen okuldaki Nazilerin yaptığı aramalar yüzünden günlerce ormanda saklanmak zorunda kalır.
    Bir süre ailece Paris’ten uzaklaşmaları gerekir, Guimbard ismini alırlar. Paris’e döndüklerinde Lucien okula adapte olamaz, güzel sanatları dener ama o da başarısızlıkla sonuçlanır. Askerlik döneminde isyankâr tavrı ceza almasına sebep olur, bu dönemde gitar çalmayı da öğrenir. Yazdığı sözler hep iki anlamlı olmuştur, erotik içerikli (‘Lemon Incest’) ve kışkırtıcı, bazen pornografik (‘Love on the Beat’).
    Aşk hayatı farklıdır: Aristokrat bir aileden gelen Elisabeth Levitsky ile evlenir. Çirkin ve zor fiziği (Büyük kulaklar ve büyük bir burun), daha sonra da en güzel ve seksi kadınları elde etmesini engellememiştir. Bir ilişkiden diğerine, en güzel kadınlarla beraber olur. Tanrı’nın yaratığı afet Brigitte Bardot’dan oyuncu-şarkıcı Jane Birkin’e, manken Bambou’ya... Jane’den Charlotte isminde bir kızı, Bambou’dan ise Lucien adında bir oğlu olur.
    Şairimiz çirkinliği kadar Musevi’liğinin üzerine de kurdu kariyerini. Dışlanma hissiyle dünyanın en güzel şarkılarını yazdı. 40 soundtrack besteledi, birkaç film çekti, birçok filmde de rol aldı. Lanet, provokatör ve huysuz ozan profilini yarattı.
    30 yaşına kadar küçük işler yaparak geçindi, resim ve şan dersleri verdi. Tek isteği ressam olmaktı, hocaları Francis Bacon ve Fernand Leger gibi. Geceleri barlarda ‘crooner’ olarak çalıştı, Boris Vian (komik ve sinik besteci-sanatçı) ile tanışınca kaderi değişti. Boris ondaki dehayı keşfetmişti; kendi şarkılarını söylemeye ikna etti. Lucien artık Serge Gainsbourg olmuştu.
    Yine de kolay değildi hiçbir şey. İlk albümü ‘Gainsbourg Confidentiel’ çok az sattı. ‘Ye ye’ dönemiydi ve Serge’e karşı ağır eleştiriler başladı. Müziğinin dışında fiziğiyle de ilgili acımasız kritikler aldı.
    Yine de ikinci albümü büyük bir başarı kazandı. Juliette Greco’dan Petula Clark’a, Françoise Hardy ve France Gall gibi sanatçılara şarkılar bestedi. France Gall için yazdığı sözler sayesinde daha genç bir dinleyici kitlesine ulaştı. Hatta 1965’te Gall, Eurovision Şarkı Yarışması’nı Gainsbourg’un bestesi ‘Poupee de cire, poupee de son’ ile kazandı. Şirin bir tavırla şarkıları söyleyen Gall, sözlerin erotik anlamlar gizlediğini öğrenince şoke olmuştu.

    Sepetini de al git!
    B. Bardot için birçok hit yazdı: ‘Initials B.B.’, ‘Harley Davidson’, ‘Bonnie and Clyde’, ‘Je t’aime ...moi non plus’, ‘SHEBAM! POW! BLOP! WIZZ!’ (‘Comic Strip’, Bardot ile söyledikleri, en sevdiğim şarkısıdır).
    Sonra Birkin dönemi başladı; 69 erotik bir seneydi. Birkin, İngiliz aksanıyla mırıldandı Serge’in seksi sözlerini. Beraber 10 yıl yaşadılar. Birkin, Gainsbourg’un temiz, titiz görüntüsünü değiştirdi; artık takım giymiyordu, saçları dağınıktı. Fransa’nın en medyatik çiftiydiler.
    Zaman, ‘Gainsbarre’ zamanıydı. Dağınık bir görüntü (Çoğunlukta kot gömlek ve kot pantolon), ayağında beyaz renk repetto’lar, büyük ölçüde alkolize... Birçok kalp krizi geçirmesine rağmen Serge, içki ve Gitanes’larını bırakmadı. Ben bu Gainsbourg’u tercih etmişimdir hep. Ama Jane daha fazla dayanamadı; sepetini, kızlarını aldı ve onu terk etti.
    Bunun üstüne Kingston’a gitti, Bob Marley’in müzisyenleriyle yeni bir albüm yaptı. En hit parça, Fransız milli marşının reggae cover’ıydı. Skandal büyüktü! Ama bitmedi, devam etti: Kızı Charlotte’la film çekti. ‘Charlotte for ever’da (1983) ensest gibi hazmı zor bir konu vardı. Şok! Çektiği diğer iki film de eşcinsellik ve erotizmi konu alıyordu (‘Equateur’ / 1983, ‘Stan the Flasher’ / 1990).
    Gitgide Gainsbarre kişiliği baskın bir hal aldı. Benim de müzikal olarak pek sevdiğim bir dönemi değil. O sıra televizyonlarda ikonik alkolize haliyle bol bol görünmekteydi. Canlı yayında cebinden 500 Fransız Frangı çıkarıp yakması, Whitney Houston’la katıldığı bir programda onu becermek istediğini ısrarla söylemesi herkesi şoke etmişti.
    Gece kulüpleri, içki âlemleri, fiziksel yıpranışı... ‘Lanet şair’ efsanesini devam ettirdi. Bu yüzden ondan nefret edenler oldu, ama bağlarını güçlendirenler de çoktu. Karakterinin melunluğuna rağmen müzikal dehası sorgulanmadı, etkisi halen devam ediyor.
    Hikâyem burada bitiyor. Serge, artık Montparnasse Mezarlığı’nda huzurlu, sonsuz bir uykuda. Her yerde Gitanes paketleri var, sigarayı öldükten sonra da bırakamadı.
    Yazdığı en güzel ayrılık şarkısından bir bölümle bitirmek istiyorum: ‘Evet, pişmanım / Gittiğimi söylediğim için / Evet seni seviyordum ama / Gideceğimi söylemek için geldim...’


    Monday, February 15, 2010

    Grazia-13/02/2010


    www.blast.fr/blog


    Love from Yazbukey

    Posted by Rachid Benhassain on février 13th, 2010


    Jamais une Saint-Valentin n’a été aussi délicieuse qu’avec ce coffret gourmand imaginé par Yazbukey pour Ladurée, illustré pour Blast par ces sublimes paroles de Léonard Cohen.

    If you want a lover
    Ill do anything you ask me to
    And if you want another kind of love
    Ill wear a mask for you
    If you want a partner
    Take my hand
    Or if you want to strike me down in anger
    Here I stand
    Im your man

    If you want a boxer
    I will step into the ring for you
    And if you want a doctor
    Ill examine every inch of you
    If you want a driver
    Climb inside
    Or if you want to take me for a ride
    You know you can
    Im your man

    Ah, the moons too bright
    The chains too tight
    The beast wont go to sleep
    Ive been running through these promises to you
    That I made and I could not keep
    Ah but a man never got a woman back
    Not by begging on his knees
    Or Id crawl to you baby
    And Id fall at your feet
    And Id howl at your beauty
    Like a dog in heat
    And Id claw at your heart
    And Id tear at your sheet
    Id say please, please
    Im your man

    And if youve got to sleep
    A moment on the road
    I will steer for you
    And if you want to work the street alone
    Ill disappear for you
    If you want a father for your child
    Or only want to walk with me a while
    Across the sand
    Im your man

    If you want a lover
    Ill do anything you ask me to
    And if you want another kind of love
    Ill wear a mask for you

    “I’m Your Man” de Léonard Cohen. Chanson choisie par Yazbukey pour Blast.

    Radikal Cumartesi 13-02-2010

    Yazbukey'in tatlı imzası


    13/02/2010
     Yazbukey'in  tatlı imzası

    Paris'in ünlü pastanesi Laduree'de Yazbukey imzası var. Özel kutularda Sevgililer Günü'ne özel vişneli macaron'lar... Hikâyeyi, Laduree'yi 'Önünde kuyrukta beklemeye değen rüya fabrikası' diye tarif eden biri anlatıyor

    EMEL KURHAN (Arşivi)

    Kulaklığımda bir ABBA melodisi. Bir fincan Japon çayı kalbimi ısıtıyor. Aşk, aaahhh aşk ve pastalar hakkında yazacağım. ABBA konuya en uygunu. ‘Honey I’m still free, take a chance on me’ diyor Björn, Benny, Agnetha ve Anni-Frid.
    Yarın meşhur Sevgililer Günü. Her yıl bu angarya olur. Sevgilisi olmayan mutsuz olur, olan da ne yapacağını bilmez. En komiği ise Valentine’in aşkla hiç ilgisi olmaması. II. Claudius hükümdarlığında yasak olmasına rağmen gizli nikâhlar kıymış olan rahip Valentine’in büyük işkenceler görmesiyle sonuçlanmış bir hikâye.
    Başta ‘Bununla ilgili yazı yazmak istemiyorum’ diye düşündüm. Olur mu! Daha uygun bir zaman olmazdı. Aşkı seviyorum, aşka âşığım. Tina Charles’ın da söylediği gibi ‘I love to love’. Pasta da çok severim. O zaman Laduree için Yazbukey imzalı macaron’ları, özel kutusunu ve vitrinleri yazabilirim. Yazbukey (Fırsat bulmuşken söylemeden edemeyeceğim; u harfiyle yazılıyor, ü’yle değil!), Yaz’la kurup bu yıl
    10. senesini kutladığımız markamız. ABBA devam ediyor; dansa gidebiliriz ya da ben Paris’e giderim. Laduree’yle önemli işlerim var.
    Her şey 2009’da Fransa’daki Türkiye Mevsimi’yle başladı. 2008’de birçok Türk sanatçıya proje kapsamında bir şeyler yapma teklifi geldi. Her toplu organizasyon gibi bunda da sorunlar çıktı. Nerede çokluk orada... Projeye katılmamış olduk. Ama aklımızda çok tatlı planlar yapmıştık bile. Laduree için özel bir macaron yapalım! Harika olur!
    Arkadaşımız Minako sayesinde macaron projemiz hayat buldu. Bir gün kahve eşliğinde sohbet ederken konu açıldı, birkaç hafta sonra Laduree’den telefon geldi; ‘rendez vous’muz var! Laduree’nin sanat yönetmeni görüşmek istiyormuş.

    ‘Eclair’in ablası
    Büyük bir heyecanla gittik. Aramızda o ‘klik’ oldu, kimya tuttu. Toplantıdan çıkarken elimde bir sürü hediye, yüzümde o şapşal ve mutlu ifade vardı. Gerçekten hayat harikalar yaratıyor.
    Başta 2010 uzak bir tarih gibi geldi. Zaman su gibi akıp geçti. Anneannem “Zaman ne hızlı geçiyor” dediğinde hep içimden gülerdim, “Yaşlılar hep bunu söylüyor” diye...
    Her fırsatta uğradım Laduree’ye, çaya, kahveye, macaron yemeye. Öğlen club sandwich’e, kahvaltıda çırpılmış yumurta yemeye, akşamüstü ‘colonial’ ortamda bir toplantıya... Bahanem çok Laduree’ye uğramak için. Bütün macaron’ların tadına baktım, büyük bir özenle. Önce ucundan ısır; sonra çıtır kısmın altındaki yumuşak aroma ağzında dağılsın...
    Annemlerle her Paris tatili benim için çok önemliydi. Yaşadıkları sürece birbirini tutkuyla sevmiş, âşık bir çiftin ikinci çocuğuyum. Ne kadar şanslıyım, aşk dolu bir ortamda büyüdüm. Paris de benim için hep aşk şehri olmuştur. Üstüne üstlük, şimdi Paris’te en sevdiğim pastacıya Sevgililer Günü spesiyali yapıyorum! Benim gibi aşk âşığı bir insan daha ne isteyebilir ki...
    Biraz daha pasta veya çay? Voulez vous? Aaaha... Bir ‘religieuse’ daha yerim. Kahveli veya çikolatalı ama ben menekşeliyi seviyorum. ‘Eclair’in ablası’ olarak tanımlayabilirim. ‘Eclair’in aksine yuvarlak hatlı, üst üste binmiş iki yuvarlaktan oluşan tatlı, Laduree’nin en güzel pastalarından. Bir tane de macaron isterim o zaman. Favorim portakal çiçekli. Beni Cezayir ve Fas’a götürür. Otel Mamounia’nın çiçek açmış portakal bahçelerinde gezintiye çıkmak gibi. Meyanköklü macaron ise Hollanda’da yediğimiz o upuzun ve kara şekerlemelere benziyor.
    Bizim macaron’umuz vişneli oldu. Çocukluğumuza ait bir lezzet olmalıydı. Tadı, yılın belli bir zamanı çıkan, çıktığında da anneannemin yaptığı o harika reçellere benzemeliydi. Üzerimizden çıkmayan vişne lekesi kadar kalıcı bir iz bırakmalıydı.
    Paris’e gidip geldikçe markanın sanat yönetmeni Safia’nın en sevdiği tarçınlı bonbonlardan aldım Hacı Bekir’den. Kendime de cevizli lokum ve biraz susamlı şeker...
    Gelenek güzel bir şey, bunu da çok seviyorum. Babadan oğula geçen şekercilik veya kuşaktan kuşağa aynı lezzetli pastaları yapma geleneği...

    Paketi el çantası sanki
    Meşhur pastacımız, 1862’de uncu olan Louis Ernest Laduree tarafından, Bonaparte Sokağı’nın 16 numarasında açılmış. Aile Parizyen çay salonlarının gelişmesinde büyük rol almış. 1871’de pastanede çıkan bir yangın sonrası, Baron Hausmann sayesinde çay salonuna çevrilmiş.
    O dönemin meşhur sanatçısı Jules Cheret, dekorasyonu yapmış. Opera Garnier ve Chapelle Sixtine’den esinlenerek tavana melekler çizmiş. Marka bugünlere geldiğinde, lezzeti Paris’ten Tokyo’ya uzanıyor.
    Müzik değişti, The Carpenters çalmaya başladı; diyor ki ‘Benimsin bir ömür boyu’. Melodiler beni başka bir âleme götürüyor, yazdığım basit şeylerin anlamı artıyor birdenbire.
    Laduree çay salonundan ayrılırken hep arkadaki dükkândan çıkıyorum. Kendimi yeterince şımartmamışım sanki; çıkarken bir de bir mum, bir çanta, bir şey alıyorum.
    Laduree’deki Yazbukey imzası hayatımda attığım en keyifli imza oldu. Yeni bir aileye dahil oldum, harika insanlarla tanıştım. Gastronomik bir deneyimdi. Hediye kutusu şeklinde bir geçici çanta yaptık. Üzerine sembollerimizi koyduk, bir de profillerimizi; bir yanıyla ‘girly’ ve çekici oldu. Koyu pembe rengi, siyah kurdelesiyle çanta da pek tatlı; vişne gibi, macaron gibi, yemelik bir şey. Paket altı macaron’luk, el çantası gibi kullanacağınız bir aksesuvara dönüştü. Tüm Laduree dükkânlarına sunuldu, Japonya’dakiler “Kawaiiii’’ diye bağırdı!
    Vitrinleri konuştuk, kararlaştırdık. Ve o gün geldi, vitrinler yapıldı! Haberim yoktu. Yaz beni aradı, çığlıklarla “Hemen e-mail’ine bak!” dedi. Görür görmez ağladım. Ne yapayım, duygusalım işte. Bir senedir üzerinde çalıştığım proje böyle bitti.
    Her zaman ortak bir çalışma yapmak istediğim rüya markam pastacı Laduree, Paris’in en güzel adreslerinden biri, önünde kuyrukta beklemeye değen bir rüya fabrikası...
    Bu pasta işini çok tuttum, tatlı projelere ve fikirlere devam. Tatlı ye, tatlı konuş! ‘Aşktan yana şansım yok, ağlıyorum derdim çok’ demiş bir zamanlar Erkin Koray. Aşk kimyadan ibaret, ben kimya sınıfında pek zayıftım. Ama ne yaptıysam aşkla yaptım ve inanıyorum ki aşka inanırsan işte o zaman kalbinde kelebekler uçar, havadan üstüne peri tozu yağar.
    Ümitsizliğe kapılmayın, kalbinizin kırılmasından korkmayın, şu dünyada herkese göre biri var. Vişneli macaron’lar hazır, hediyeniz hazır, iş onu alacağınız kişiyi bulmaya kalmış!

    Saturday, February 13, 2010

    Friday, February 12, 2010

    Laduree




    http://www.shoptimes.nl





    Yazbukey for Ladurée


    De stad Parijs heeft de Ottomaanse zusjes Emel en Jazmin aka
    Yazbukey zó geïnspireerd, dat ze een hele collectie aan the City of Love hebben gewijd. Sieraden met champagneflessen, eiffeltorens en – my oldtime favourite – items voor Ladurée. Je weet wel, die heeeerlijke, boudoir-esque banketbakker!

    Echt, Parijs verlaat ik niet zonder een groen tasje aan mijn arm vol met thee, chocola, geurkaarsen en macarons van Ladurée. En alles bewaar ik.. tasjes, doosjes, vloeipapier, servetjes – can’t help it – alles ziet er zó mooi uit. Dus toen ik deze op Ladurée geïnspireerde onderzetters, kettingen en broches van Yazbukeytegenkwam dacht ik alleen maar: Gorgeouusss!

    Plexiglas ketting met theepot €80, plexiglas broche met hond €60, plexiglasonderzetter €83 (via Colette.fr)

    Yazbukey Valentijnsbox met 6 macarons, €15 (via de Ladurée winkels)

    www.yazbukey.com

    Laduree





    Yazbukey for Laduree:necklaces,broaches and coasters/dessous-de-verre
    Avalable at Laduree and Colette/Paris

    http://nenz.web-log.nl

    Yazbukey_x_laduree_coasters_and_nec

    Ja: ik ben mij ervan bewust dat NEnz-lezers die helemaal niets ophebben met macarons of de hemelse patisserie Ladurée, nu vast achter hun computer zitten te verzuchten: "God, NEnz, neeee! Niet wéér dat f*cking Ladurée!". Tegen die lezers zou ik graag willen zeggen: het spijt me, maar ik kan er niets aan doen. En ga er zelf eens heen voor een boîte met prachtig gekleurde koekjes en je bent om. Trust me.
    Dus als u het niet erg vindt, ga ik dan nu verder met mijn jubelzang.
    Want read this! Yazbukey; dat sieradenlabel met kettingen en broches met daarop o.a. de beeltenissen van Yves-Saint Laurent, Michael Jackson & Karl Lagerfeld, dat label dat laatst al zo'n kittig roze doosje slash tasje in roze-met-zwart lakplastic ontwierp voor je macarons, toont nog wat meer liefde voor de Parijse patisserie. Yazbukey schiep namelijk een ketting met theepot waarop het logo van Ladurée prijkt. En alsof dat nog niet genoeg was, zijn er ook onderzetters naar onvervalst Ladurée-ontwerp. Jawel. Met daarop de chat & chien uit de 'Charms'-lijn, een medaillon met logo en in de vorm van Ladurée's beroemdste taartje: de réligieuse. Als ze niet zo verrekte duur waren (83 euro per stuk, mind you) zou ik ze allemaal aanschaffen voor mijnteaparty-genot. Maar ja, het blijft voorlopig dus bij dromen...

    Te koop via Colette.

    Elle italia-02/2010


    Wednesday, February 10, 2010

    Saturday, February 6, 2010

    www.menstyle.fr

    Yazbukey pour Ladurée

    Yazbukey pour Ladurée

    Depuis plus de dix ans, Yazbukey et sa sœur Emel ont créé tout un univers de bijoux fantaisies qui s'apparentent à la friandise, à poser sur un décolleté, des broches en plexiglas aux sautoirs à l'effigie de Karl Lagerfeld ! Ce monde magique de Yazbukey a prospéré dans les éditos pour épicer le goût des rédactrices qui affectionnent cette marque de bijoux de même que le Colette Store.
    C'est désormais à Ladurée, célèbre pâtissier réputé pour sesmacarons d'avoir dit oui à une union libre pour la St valentin avec l'affriolante Yazbukey. Une jolie boîte rose, dessinée de portraits des deux sœurs, une rose en vinyle noir en guise de lien...Ladurée versus Yazbukey, c'est un écrin de macarons au goût de cerise noire. Tentation. En exclusivité chez Ladurée.


    http://www.menstyle.fr/lifestyle/gourmet/articles/100205-yasbukey-pour-laduree.aspx

    Tuesday, February 2, 2010

    Radikal Cumartesi 30-01-2010

    Erkek modasının izinde Paris notları...


    30/01/2010
    Erkek modasının izinde Paris notları...

    Jim Krantz'ın sergisi, Adam Kimmel'in yeni koleksiyonu, George Condo'nun ilham verici dünyası, vitrinler ve de sokaklar... Erkek modası çok da heyecanlı değildir ama Paris Erkek Moda Haftası'nda hiç sıkıcı olmayan ayrıntılar da var...

    EMEL KURHAN (Arşivi)

    Paris’e gidişim çok kolay oldu. Dönüşüm ise tam aksine kar yüzünden zehir oldu! Uzun beklemeler, insanların cinneti...
    Bir hafta öncesinden farklı bir İstanbul’dayım, her yer bembeyaz. Dışarıda kar devam ediyor. Sıcakta oturuyoruz Kumpir’le. Paris’i düşünüyorum. Buz gibi bir hava beklerken nefis bir kış karşıladı beni. Orada Erkek Moda Haftası’na denk geldim. İşte güzel Paris’ten haftanın özeti...
    Konu moda ve erkekler olunca gözlerimi dört açtım. Genelde defilelerde değil, sokaklarda hareket oluyor. Hep etrafıma baktım, sokaktakiler ne giyiyor acaba? İlk günümde çok sofistike bir Parizyen’le buluşuyorum akşam üstü. Le Figaro gazetesinin gastronomi eleştirmeni François Simon. Beklerken Haruki Murakami’nin yeni kitabını okuyorum, sütlü çayımla Cafe de Flore’de bekliyorum. Geç kaldı. Üzerinde lacivert takımı, boynunda koyu kırmızı fuları, elinde eski usul deri öğrenci çantasıyla içeri giriyor. Şık bir adam, tip top. Ertesi gün İstanbul’a gideceği için konu hemen yemeğe ve İstanbul’a geliyor. Daha önce bir İstanbul seyahatinde Çiya ve Changa’ya bayılmış. Mutlu oldum, ben de bayılıyorum. İstanbul’la ilgili yazılarını ve diğer yemek deneyimlerini blog’undan takip edebilirsiniz (http://francoissimon. typepad.fr)
    Ardından istikameti St. Germain’den Rue St. Honore’ye çeviriyorum. Paris’teki ilk günüme modayla ilgili hızlı bir giriş yaptım. Moda mabeti Colette’e gidiyorum. Bir erkekle daha buluşmam gerek, bu kez ben geç kaldım.
    Hayali randevum fotoğrafçı Jim Krantz ile. Krantz’in ‘Moments Within a Moment’ isimli sergisine geldim. Bu kez karşımda erkeksi bir dünya var. Illinois, Chicago’dan gelen Amerikalı fotoğrafçıyı eminim 1960’ların başında sigara markası Marlboro için çektiği fotoğraflardan tanıyorsunuz.
    ‘Marlboro man’ dedikleri bir cins erkek vardı, aslında bir çeşit kovboy. Markanın erkeksi dünyasını Jim Krantz resmetmişti. Hatta 60’larda radyo ve televizyonlarda geçen o ünlü sloganı vardı: “Come to where the flavor is... Come to Marlboro Country”. Bu arada en ünlü kovboy kanser olmuş, bu erkeksi ve sağlam imaj darbe yemişti. Büyülü kovboy fotoğrafları dışında Krantz, Nokia, ABD ordusu ve deniz kuvvetleri için de fotoğraflar çekmişti. Son olarak ise Ukrayna’ya gidip unutulmuş Çernobil diyarını fotoğraflamıştı.
    Sergiden ayrılıp eve dönmenin vakti geldi. Gitmeden Colette’in sezon için seçtiklerine bir göz atıyorum: Azzaro ipek kısa tulum çok tatlı, Lanvin’in yazlık püsküllü sandaletleri enfes! Peki Tiffany’de âşık olduğum minik kolyeye ne demeli? Tadı damağımda kaldı!

    Maskeli koleksiyon
    Eve dönerken yolu uzatıp Rue Charlot’daki Coco Cook’a uğrayıp sağlıklı bir yemek almaya karar veriyorum. Coco Cook, Paris’in Marais bölgesine açmış, sağlıklı yemek yapan minik bir dükkân. Ben de eve quinoa’lı tavuk ve elmalı crumble ile döndüm. Quinoa dedikleri küçük tohum ta İnkalar zamanından kalan kutsal bir yiyecek; protein, magnezyum ve demir değeri yüksek bir gıda, vejetaryenler için de ideal. Tavsiye ederim! (www.cococook.com)
    Pek durgun ve sıkıcı bulduğum erkek modasında yeni sezonda neler olup bitiyor çok önemli mi bilemiyorum, sanırım her yerde aynı heyecansız hikâyeler var. Modanın sıkıcı taraflarını anlatmaktansa heyecanlı şeylere bakalım!
    Her şeyden önce sokaklarda değişim fark ediyorum birkaç zamandır: Erkekler sofistike klasik bir tarza doğru dönüyor. Dar pantolon giyen rocker’lar yerini takım giyen beyefendilere bırakmış. Benim tanıdığım ‘gentlemen’lerden biri Christopher Niquet. Zac Posen’in danışmanı olan Christopher, klasik ve sofistike tarzın en iyi örneği. New York’ta yaşayan Fransız arkadaşım her zamanki gibi şıktı. Bir gece onunla buluştuğumda üstünde koyu yeşil takımı, kolunda timsah saati ve fitilli kadife görünümündeki mink ceketi vardı. Delight!
    Paris’te yeni bir gün. Bu akşam sofistike bir moda tasarlayan Adam Kimmel’in yeni koleksiyonunun tanıtımı var. Marais’de bulunan Galerie Yvon Lambert’e gidiyorum. Gucci’de çalışan arkadaşım Yvan (Roma’dan geldi), ressam arkadaşım Sylvie ve ben... İçerisi bir hayli kalabalık. Karşımıza asabi Kanye West ve kürkünün içine saklanmış model sevgilisi çıkıyor (Aklıma hemen Southpark’ın Kanye’yle dalga geçtiği ‘Fishsticks’ bölümü geliyor). Henüz içeriyi göremeden Chris Brown’u, Gaspard Ulliel’i görüyoruz.
    Adam Kimmel, 2010 kış koleksiyonu Casino için kocaman bir kumarhane kurmuş. Her yer karanlık ve yüzünde tuhaf maskeler takmış adamlar hem yeni koleksiyonu sunuyor hem de kumar oynuyor. Black jack, 21...
    Adam ilhamını hep Amerikan kültüründen alıyor. Bir önceki koleksiyonu için Jim Krantz ile çalışmıştı, Utah’ta yaşayan kovboylarla beraber çekim yapmışlardı. Yeni koleksiyonunu ise Amerikalı sanatçı George Condo’dan etkilenerek yaptı. Sanatından ve özelikle George’un kişiliğinden çok etkilenmiş. Peki kumar ne alaka? Cevabı basit: George Condo kumar oynamayı çok seviyor; Londra’da, Monte Carlo’da veya New York’ta..

    Sanatçının dünyası
    Avangart sanatçı olmasına rağmen ‘old school’ bir tarafı da olan George Condo, Rokoko süslemeleri olan, iddiasız ama gösterişli bir evde yaşıyor. Post kübist, post Picasso bir stil ama sadeliğini koruyan bir zarafet hâkim. New Hampshire-Concord’da 1957 senesinde doğdu, New York’ta çalışıp yaşıyor. İşleri çok önemli galeri ve müzelerde sergileniyor. Bunlardan birkaçı Whitney Museum of American Art, New York Museum of Modern Art, The Solomon R. Guggenheim Museum...
    Adam ise 1979’de New York’ta doğdu, halen aynı şehirde yaşayıp çalışıyor. Mimarlık okurken ilgisi çağdaş sanat ve modaya kaymış. Calvin Klein’da erkek departmanında çalıştıktan sonra ‘tailoring’le ilgilenmiş. Erkek modası konusunda hızlı bir çıkış yapmış olan tasarımcı, ilhamını Amerikan kültüründen alıyor. Her sezon özenle hazırladığı ‘lookbook’u için çoğunlukla fotoğrafçı (ve aynı zamanda kardeşi) Alexei Hay ile çalışıyor. Hatta başlarda New York’tan sanatçıları kullandı (Rita Ackerman, Ryan Mc Ginley)...
    Adam Kimmel markasını (www.adamkimmel.com) dünyada 60 satış noktasında bulabilirsiniz (Colette, Corso Como 10, Bergdorf Goodman)...
    Casino koleksiyonu için resimlerinden olduğu kadar George’un giyinme tarzından da etkilendi Adam. George hep tutarlı bir şekilde giyinmiş, aynı giyinmeye de devam ediyor: Kadife terlikler, V yaka kaşmir kazaklar, pololar, çok açık renk gri kadife takımlar, bordo renk ‘smocking’ler...
    Gördüğüm kadarıyla George Condo’nun yoğun ve çarpıcı iç dünyası, sonsuz bir ilham kaynağı. Resimlerinde kullandığı büyüleyici karakterler başrol oyuncularına dönüştü. Her mankenin kafasında büyük bir özenle hazırlanan maskeler, Hollywood’un özel efekt ve protez tanrısı ve aynı zamanda Matthew Barney ile de çalışmış olan Gabe Bartelos tarafından yapıldı.
    Parti bitti, Paris seyahatim sona erdi. Bu yazı bitti ama Paris’te geçirdiğim haftadan anlatacaklarım bitmedi. Belki daha sonraya...