Arkadaşım Zac
19/09/2009
New York moda sahnesinin prensi Zac Posen bizden defilesi için aksesuvar istedi. Pleksiglastan pırlanta kolyelerimizi ve dudaklarımızı alıp New York Moda Haftası'na gittik, defilenin kulisini kokladık
EMEL KURHAN (Arşivi)
Yorgunum, çok yorgunum! New York’a geldim, kısmetse dönerim... Uzun bir yolculuktan sonra nihayet geldim New York şehrine. Paris’ten birkaç gün önce apar topar İstanbul’a döndüm, niyetim şu aksesuvarları yapmak. Güzel bir sürpriz oldu. Arkadaşım Zac bizden son dakikada defilesi için aksesuvar istedi. Panik! Birkaç gün içinde Yaz ile beraber aksesuvarları yetiştirmemiz gerekiyor. Şansımız var, her şey hazır. Birkaç günde dudaklar, eller ve kalplerle yola çıkıyorum, 11 Eylül günü 11 saatlik bir yolculuğa.
Yolculuğumu tamamladım, havaalanındaki soru yağmurundan sonra, yağmurlu bir New York beni karşıladı. Bindiğim taksinin şoförü Mısırlı, adı Mamoud. Kahireli kendisi. Sohbet sohbeti açıyor. Trafik, yağmur derken bir 45 dakika sonra Lower East Side’a varıyorum. Bavulumu atıp istikameti Tribeca’ya, Zac’in ofisine çeviriyorum.
İstanbul’da bienal, New York’ta moda haftası telaşı var. Şanslıyım, bu New York seyahatimde her fırsatta hemen taksi bulabiliyorum. İlk New York moda haftam. Daha önce gelmemiştim. Bir yandan gözüm kulağım açık. Bu kez en beklenilen defilenin aksesuvarları için geldim. Ne şans!
Adı Zac, soyadı Posen. Bu ismi eminim tanıyorsunuz, New York moda sahnesinin prensi oluyor kendisi.
Defileye üç gün kala geldim. Çok iş var çok! Benden bir gün sonra Yaz geliyor. Fitting’ler son sürat devam ediyor; hani hangi mankene ne kıyafet giydirilir, işte bütün o hareketin içine dalıyorum gelir gelmez. Güzel bir enerji var havada. Panik yok, heyecan var. Düzenli bir yandan ama hareket var.
Aksesuvarlarımız kıyafetlerle tanışmaya başlıyorlar. Dudaklar ellerle bir gömleğe yerleşiyor. Pleksiglastan pırlanta kolyeler mini elbiselerle buluşuyor. Havada biraz İstanbul, biraz Paris, bol New York var. Yavaş yavaş her şey yolunu buluyor. Kıyafetler tamamlanıyor, çantalar, ayakkabılar geliyor. Son provalar yapılıyor.
Bilinen ve aranan tüm mankenler burada: Alek, Irina, Mia... En güzel kadınları tek bir adam yönetiyor: J. Alexander. Kendisine hayranım. Pozitif enerjisiyle herkesin yüzüne bir gülücük konduruveriyor. Kendisi en önemli manken koçu! İki işimin arasında onu izliyorum; nasıl yürünür, öğrenmeye çalışıyorum.
Defile için en önemli makyaj ustası çalışıyor: Stephane Marais, 10 senedir hiçbir New York defilesine katılmamış. Zac için gelmeyi kabul etmiş. Masanın üstündeki harika Stephane Marais kitabına bakıyorum; makyaj değil bu, sanat.
Müziği Mark Ronson yapıyor, saçları ise Odile Gilbert.
Bol bol kahve içiyorum, gereğinden fazla. Saat farkı beni mahvetti.
Arkama dönüp baktığımda New York’un kocaman binalarını görüyorum. Ah, New York! Büyük binalar şehri, insanlar karınca, hep bir koşuşturma içinde insanlar. Birkaç gün için ben de karınca oldum.
Arkadaşlarımı görmekten çok mutluyum. Bir de Katia var, stüdyoda çalışan tek Türk, geleceğin grafik sanatçısı. Aynı anda NY’un en tatlı Türk kızı! İşlerimizin arasında bol bol sohbet etmeye çalışıyoruz.
Ortam çok samimi. Samimiyet kimseyi işinden alıkoymuyor. Tam aksine herkes candan bağlı.
Birçok moda evinde bu dönem sıkıntılı geçer, panik halindedir herkes. Burada tatlı bir telaş var. Etrafta bir sürü insan koşturuyor olmasına rağmen hiç basınç yok havada.
Galiba Zac’in başarısının sırrı burada yatıyor: Ona inanan insanlarla bir aile kurmuş. Modaya snobizmle değil samimiyetle yaklaşıyor.
Moda dışında birçok şey hakkında konuşabiliyoruz. Özelikle Vincente Minelli hakkında aynı merakı paylaşıyoruz. 5 dolara aldığı kitaba bakıyorum, Vincente Minelli harika bir adam!
Ortada Betty (dachshund) ve Tina (kaniş) ara ara koşturuyor, her köpek aynı! Yerleri süpürmeden olmuyor, köpek olmanın ilk kuralı bu herhalde.
Zaman geçti, hızlı bir şekilde her şey hazır; ertesi gün için paketleniyor. Defile pazartesi sabahı 9’da Altman Building’de.
Olaylar geliştikçe sıcağı sıcağına yazıyorum. Önümde bitmemiş dudaklar ve kalpler beni bekliyor.
Arada Judy Garland’ın bir şakısına kulak asıyorum. Çok seviyorum Judy’yi! New York’a daha uygun bir melodi olamazdı.
‘You made me love you / I didn’t want to do it, I didn’t want to do it / You made me love you / and all the time you knew it / I guess you always knew it’... Judy Garland ve Lisa Minelli bu seyahatimin melodilerini söylüyorlar.
Yorgunum, aksesuvarları yapmanın heyecanı beni ayakta tutuyor. Güzel insanlarla çalışmanın keyfini yaşıyorum, Koleksiyondaki renkli dünyanın içindeyim: Aşkın pembesi, gökyüzünün mavisi, çimenlerin yeşili, güneşin sarısına karışıyor. Renkler patlıyor etrafımda. Zac Posen’de kesinlikle güzel bir yaz olacak.
Figüratif bir dünyaya jeometri katılıveriyor. Her şey ahenk içinde.
Pazartesi sabahı saat 8. Yine şanslıyız, Yaz’la çok kolay taksi bulduk. Bir gece önce gittiğimiz Purple dergisinin partisinin yorgunluğu var üstümüzde. Tabii ki güzel bir Zac Posen elbisesi giydim.
Standart otelinin en üst katındaki harika manzarayı unutmak imkânsız. Podyum pembe. Saçlarda çeşitli renklerde saç tutamlarıyla topuzlar hazırlanıyor. Ekip erkenden burada. Mankenler birer birer prova yapıyor. Aksesuvarlar paketlerinden çıkarılıp takılıyor tüm kıyafetlere birer birer.
Yaz yanımda, çok mutluyum, maceraya beraber çıktık. Bir kez daha.
New York’ta hava pek tatlı bugün, defile güzel olacak. Güzel bir eylül ayı. Ortam güzel.
New York Moda Haftası Avrupa’dakilerden farklı, daha ticarete yönlenmiş, daha ciddi ama insanlar yine de daha çok giyinmeyi seviyorlar. Fransa’daki gibi önyargılı bakışlar yok burada. Paris ve Londra’nın farklı bir havası var yine de.
Son rötuşlar, 5 dakika var, defile başlıyor!
Heyecan dorukta, alkışlar ve çığlıklar eşliğinde bitiyor.
Anladım ki güzel bir elbiseden ötesi, bir kadını bir elbiseyle güzel gösterebilmek sihirden başka bir şey değil. Sihri yaşadım. Artık biliyorum. Anlıyorum niye bu kadar çok kadının tercihi olduğunu. Vazifemizi tamamladık, çok mutluyuz. En sonunda arkadaşım Zac’le tanıştınız. Kısmetse New York’a geri dönerim!
No comments:
Post a Comment